Deniz Kartalı

Denizler Kitapevi’nin Ardından.. Kaptan Talip Özcengiz duygu yüküyle

“Denizler Kitabevi’nin kapanacağını duyduğumda önce çok üzüldüğümü düşündüm. Hatta çok üzgünüm diye yazdım dostlarıma. Bir yüzümü yıkasam mı dedim aynaya. Öyle bir baktım ki kendime yüzümü yıkadığım aynaya ve öyle bir bakmışım ki aynı aynaya, musluğa doğru bir izdiham oldu geri kaçışan sulardan. Bir kale daha yıkıldı sanıyordum ülkemde. Kendini havluya kurulayan gözyaşlarımdan, şunları yazmışlar o aynaya, o aynı aynaya, satır satır, harf harf, harflerden boynumu vuran, işte tam şu satırdı, gerisi buhar olup gitti.

Sarı Paşa”nın ülkesinde ‘Yeniden yapılmak için yıkılır sadece kaleler’ yazmışlar, yazmışlar gözümün alabildiğine, dudaklarıyla ve en çok da üzerinden şıp şıp yürek damlayan kanlarıyla. Gözümün alabildiğine olmuş bunlar. Gönlümün alabildiğine, inan olsun, benim bile gücüm yetmiyor şu an.”

KAPTAN TALİP ÖZCENGİZ

Denizler Kitapevi’nin Ardından.. Kaptan Talip Özcengiz duygu yüküyle
Talip Özcengiz - KAHVE MOLASI( mtalozc@gmail.com )
2.213 views
11 Ekim 2021 - 11:13

Denizlere ve kültüre adanan bir mekandı Denizler Kitapevi

“Hayat, ömrün kadar bir kitap ne bir sayfa eksik ne bir sayfa fazla. Sayfaları biz çeviriyoruz veya biz öyle zannediyoruz. Henüz aklımız eriyor bu kadar. Kitap bitiyor ömür bitince. Kaldırıp koyuyorlar bir rafa. En büyük kütüphane mezarlıklar doğal olarak. Doğal olmayan, bir kitap istesen okumak için kütüphaneci yok ortada. Her kafadan bir ses çıkıyor. Orada şurada burada. Dedikoduların bini bir para her lisanda. Hayat, ömrün kadar bir kitap. Kendinden başka kimsenin okuyamadığı. Kitap senin hakkında ama, yazarı gizli tutuluyor birileri tarafından.”

Beyoğlu’ndaki Denizler Kitabevi’nin hüzün dolu boş vitrinleri arada sırada önünden geçen birinin bir an durup o hüzünden bir parça koparması ile daha da acıklı hale geliyordu. Mantık çerçevesinde, herhangi bir şeyden bir parça koparıldığı zaman kopartılanın azalması gerekirdi. Anlaşılan bu özel bir durumdu ve mantık aramamak lazımdı. Yağmurlu bir sonbahar gününde bir insan neden siyah güneş gözlüğü takar sorusuna bir de rüzgardan ters dönmüş bir şemsiye ne işe yarar sorusunu eklediğinizde, içinde sayfaları fırfır eden hayalet kitapların hortuma kapılmış gibi döne döne uçuştuğu kitabevinin kapısında, yıpranmış sırtından eskimiş sırt çantasını çıkarmaya çalışan orta yaşı geçeli “çok” olmuş “az” bir adam bulurdunuz. Çantasının içinde çıkardığı elliye elli santim ince kartondan ruloyu titrek elleriyle dikkatlice açmaya çalışan adam onu buruşturmamaya özen gösteriyordu. Yıllar geçmiş gibi uzunca bir sürede tersten bir daha rulo yaparak nispeten düzleştirdi kartonu. Yine çantanın içinden bir koli bandı ve maket bıçağı çıkardı. Maket bıçağını, henüz takma olmayan dişlerinin arasına yerleştirmek suretiyle serbest kalan iki elinin parmaklarıyla sinirli sinirli koli bandının ucunu aradı aradı, bulamadı. (Maket bıçağının eski ve paslı olduğunu söylemeye gerek var mı. Böyle bir adamdan başka ne bekleriz. Maket bıçağı paslı ve eski, çok net, nokta.) Yine sinirli bir şekilde dişlerinin arasından aldığı maket bıçağı ile koli bandında enlemesine bir kesik attı. Bir uç yakaladıktan sonra yine sinirli hareketler eşliğinde dizlerinin arasında ezilmesin diye nazikçe duran kartonu kapının üzerine önce kenarlarından, sonra dört bir tarafından, yağmurun sesini bastıran “caaarrt ve cuuurt” sesleri arasında, kesti yapıştırdı, kesti yapıştırdı. Çevik ve seri hareketler ile koli bandı ve maket bıçağını ağır şeyler taşımaktan dikişleri “sırıtan bir sırtlan” gibi olmuş sırt çantasının içine atıp yine sinirli bir şekilde fermuarını çekti. (Keşke paragrafın başına bu paragrafta bahsi geçen her eylem “sinirli bir şekilde yapılmıştır” diye yazsaydık da hayat herkese daha kolay olsaydı.) Bu sefer seri olmayan hareketlerle kollarını sırt çantasının askılarına geçirerek sırtına astı ve iki, bilemedin oniki adım geriye çekildi. “Kokina Çiçeği” taneleri veya bir kilosunda beşyüz gram zeytinyağı garantili “Girit Zeytini” büyüklüğünde harfler ile içinde şunlar yazıyordu, kısmen düzleşmiş orta kalınlıktaki karton rulonun:

Ülkemde bir kale daha yıkıldı

Denizler Kitabevi’nin kapanacağını duyduğumda önce çok üzüldüğümü düşündüm. Hatta çok üzgünüm diye yazdım dostlarıma. Bir yüzümü yıkasam mı dedim aynaya. Öyle bir baktım ki kendime yüzümü yıkadığım aynaya ve öyle bir bakmışım ki aynı aynaya, musluğa doğru bir izdiham oldu geri kaçışan sulardan. Bir kale daha yıkıldı sanıyordum ülkemde. Kendini havluya kurulayan gözyaşlarımdan, şunları yazmışlar o aynaya, o aynı aynaya, satır satır, harf harf, harflerden boynumu vuran, işte tam şu satırdı, gerisi buhar olup gitti.

Sarı Paşa”nın ülkesinde ‘Yeniden yapılmak için yıkılır sadece kaleler’ yazmışlar, yazmışlar gözümün alabildiğine, dudaklarıyla ve en çok da üzerinden şıp şıp yürek damlayan kanlarıyla. Gözümün alabildiğine olmuş bunlar. Gönlümün alabildiğine, inan olsun, benim bile gücüm yetmiyor şu an.”

 

 

Falafelci…

Bir süre heykel gibi hareketsiz duran adam ani bir hareketle sol tarafında dönerek Taksim tarafına doğru yürümeye başladı. Ömrünün sonuna kadar falafel yemeyeceğine dair içinden ettiği, herhangi bir alt yapısı veya dayanağı olmayan yemin türü bir şey havada uçuşarak bir falafelcinin camına kedi “Garfield” gibi yapıştı. Rahatlama amacıyla içinden içtenlikle peş peşe sıraladığı bir dizi buram buram seks ve erotizm kokan kelimelerin ardından önüne gelen boş bir kola zero tenekesine Yoğurtçu Parkı’ndaki futbolcu heykelinin pozuna benzer bir pozda bir vole çaktı. Aldığı falsolu darbenin etkisiyle sokaklara atılmış adı gibi sıfırı tüketmiş masum kola zero kutusu, Hollanda Konsolosluğu’nun demir kapısından sekerek kendini Beyoğlu’nun “her sene değiştirilmek şartıyla döşenmiş” kendi gibi pejmürde ve kırık dökük taşlarının arasında biriken çamurlu bir su birikintisinin içinde buluverdi. Ona arkadaşlık etmesi için “bir zamanlar şemsiyeydi” şeklindeki şemsiyesini onun yanına fırlattı. Rahatlamıştı biraz. Yanından geçerken kendisine “hayvan” diyen hanımefendiye “iltifat ediyorsunuz” derken aynı zaman diliminde onun falafel sevip sevmediğini düşündü. O an için mutsuzdu ve mutsuz bir insandan her şey beklenirdi. Buna; kendine ait genel teamüllerin dışına çıkmak suretiyle medeni davranışların geçici olarak askıya alınması da dahildi. “Evrenin başka yerlerinde de zeki canlıların var olduğunun en kesin kanıtı, şimdiye dek bizimle hiç irtibata geçmeye çalışmamış olmalarıdır” yazan bir duvar yazısı hiç beklemediği bir anda gülümsemesine yol açtı. Milattan sonra 1993 yılında açılmıştı Denizler Kitabevi ve milattan sonra 2021’de kapanıyordu. Medeni diye tanımlanan ülkeler gerçekten medeni olmadıkları için “medeniyetten nasibini almış ülkeler” olarak tanımlamayı daha doğru bulduğu ülkelerdeki bir kitapçı için yirmisekiz senelik yaşam süresi, kuvözdeki dört aylık prematüre bir bebeğin yaşadığı süreye ancak denk gelebilirdi. Lizbon’un Chiado meydanında milattan sonra 1732 yılında açılmış dünyanın en eski kitapçısı “Livraria Bertrand” gözünün önüne gelince az önceki gülümsemesi alçı gibi donuverdi suratında. Yeni kalkan bir treni peronda yakalamak için koşan ve sonunda koşmaktan yorularak pes eden bir adam canlandı gözünde. Adam yorulmuştu ama bir bankın üzerinde biraz soluklanınca tekrar eski haline gelecekti. Problem trendeydi, daha doğrusu trenin kendisiydi. Trenin arkasında büyük harflerle “medeniyet” yazıyordu. Ama işte; “medeniyet trenini kaçırmak veya kaçırmamak. İşte bütün mesele bu” değildi. Hem de hiç değildi. İşin en kötüsü: “bütün mesele asla ve asla bu olmayacaktı.” Geleceğe gide gele o kadar çok şey görmüştü ki, insan nereye giderse gitsin savaş peşindeydi. Dünyayı birbirine katan insan uzaya gözünü diktiğinden beri hayal ettiklerinden belli değil miydi:

“Yıldız Savaşları.”

 

Buyurun işte. Başka söze gerek var mı?

Yıldız Savaşları; bekliyorum, Enterprise gemisi gelecek Singapur’a, tesadüfe bak aynı zamanda gösterime girdi “Yıldız Savaşları Filmi”. Benimki Bangladeş’e buğday bıraktı denizden geliyor. Onlarınki havadan. Benimki koşuyor dalgaların arasında ekmek parası için. Onların robotları sarhoş gibi yürüyor kan rengi halıda. Alkışlar onlara gidiyor tabii. Kılıçların olmadığı bir dünya yerine, yeni ışın kılıcını tartışıyorlar gelecek savaşların Los Angeles galasında. Bu nasıl “Melekler Şehri” diye soracak olursan şeytan da bir melek zaten, öğren bilmiyorsan. Biz seviyoruz kendi küçük dünyamızı, boş veriyoruz ama boş almıyoruz. “Bu gala daşlı gala” diye oyalıyoruz kendimizi ancak bir problem var cevabını herkesin bildiği. Dünyadaki savaşlar kesmiyor artık insanı dostum. Dünyayı yok edecek noktaya geldi çünkü artık yaptığı silahlar. Düşün en küçük şeyden en büyük bombayı yaptılar. Düşün artık daha neler neler yapacaklar. Başka yıldızlara gidip bir de oralarda savaşmayı hayal ediyorlar şimdi. Birbirleriyle, birileriyle, bir şeylerle, ne olursa artık, hep bir savaş hali, bir galibi ve yenilenleri olacak illaki.

Evren, sana sesleniyorum kulak ver, vatandaş “güç bende artık” diyor. Duyuyor musun. Bari şu slogana bak da artık uyan. Genişleyip duruyorsun oldun obez. Kara delikler bir yandan. Kim bakacak bunlara diye sormadan bir yandan doğurup duruyorsun yeni yıldızlar. Senin derdin sana fazlasıyla yeterken başına geleceklerin henüz farkında değilsin anlaşılan. Işık hızı ışık yılı falan daha vakit körpe diyorsun insan için ama bil ki rehavet içindesin. Gözünü aç ve beni dinle. Sadece tek bir şansın var. Bizim güneş ya söner ya da patlar gider insan kapağı atmadan bir başka güneşe. Bunun dışında “yırtarın” yok bu beladan. Koca evrensin. Delik dediğin ne ola ki senin için. Dikersin icabında, daraltırsın kenarlarından çok genişlersen. Asıl vahim olan durumu anladın sen. Anlamadıysan eğer anlatır sana münasip bir dille insan. Söylemedi deme bak. Başka bir “evrenle” savaşırken bulursan kendini şaşırma.

 

Pedro Şadi ile Fado Dinlemek

Uyanıp uyanmadığını anlayamadığı zamanlar ilk iş olarak bir rüya görüp görmediğini düşünürdü. Rüyaların hayal ürünü olmadığından kesin olarak emindi. Rüyalar yaşanıyordu. Dünya henüz bunu bilmiyordu. Her şeyde olduğu gibi bu da bir “zaman” meselesiydi. Rüyasında akvaryum gibi içi tamamen su dolu olan Denizler Kitabevi’nin üst katında Pedro Şadi ile beraber “fado” dinliyorlardı. Seksenbeş bin üzüm bağının olduğu Douro vadisinin üzümlerinden yapılmış yirminci yüzyılın en iyi şaraplarının üretildiği milattan sonra 1931 yılında şişelenmiş bir port şarabı şişesinin içindeki şarabın yarısıyla çoktan “kan kardeş” olmuşlardı. Gece bitmeden tamamıyla ne olacaklarını bilmiyorlardı henüz. Pedro Şadi, şaşırtıcı ama gerçek, sek viski içiyordu. Otuz metrelik ve yüzyirmi tonluk bir balinanın “viski sevdası” ocaklarına incir ağacı dikebilirdi. Bu sebepten onu bu sevdadan daha yolun başındayken vazgeçirmeliydi. Günde dört ton karides ile anca “açlığını bastıran” bir balinanın biraz “çakırkeyif” olması için ne kadar viski içmesi gerektiğini düşününce içi titredi.

Pedro Şadi’ye “lan olm nerden çıktı bu viski sevdası” derken ağzından baloncuklar çıkıyordu ancak ciğerlerine su dolmuyordu. Demek suyun içinde doğal olarak nefes alabiliyordu. Buna çok sevindi. Kalıcı olması için dua edecekti. “Takma kafanı sen…” diyerek kestirip attı Pedro Şadi, bilgiç bir balina edasıyla. “Bana şu balıkçılı fado şiirini okusana be, hadi Muro aslanım” diye ilave etti peşinden. (Bilgiç balinalar diğer mavi balinalar ile tıpatıp aynı özelliklere sahiptir, sadece kuyruk yüzgeçlerinde simetrik ikişer adet yarımay şeklinde kıkırdaksı bir çıkıntı vardır. Balinanın beynine giden bir dizi sinir hücresi bunların içinden geçer. Aşırı bilgiçlik ve bilgiçliklerinin hiçbir işe yaramaması yüzünden bilgiç balinaların nesli tükenmek üzeredir maalesef.) Konuşurken geğirince ağzından irili ufaklı yüzlerce karides odanın içine yayıldı Pedro Şadi’nin. Öyle sevimliydi ki Pedro Şadi, geğirmek bile yakışıyordu ona. Allah saklasın, inşallah hıçkırık tutmazdı. Milattan sonra 1859 yılında İtalyan mimar Barborini tarafından yapılan ve milattan sonra 2021’de halen Hollanda Konsolosluğu olarak kullanılan Hollanda Sarayı’nın müştemilatı olan Denizler Kitabevi’nin artık “falafelci” gibi daha “dişe dokunur” konularda hizmet verecek olan yerinin, sarayın kendi kadar sağlam ve bakımlı olduğu hakkında ciddi şüpheleri vardi ama an itibarıyla her şey yolundaydı işte. Şarabından “irice” bir yudum aldı. Okumaya başladı. Ölmeden önce yumurtalarını fışkırtan somon balığı gibi ağzından çıkan her harf küçük ve saydam bir balonun içinde döne döne önce her yöne doğru yayılıyordu akabinde saliseler içinde “okunduğu şekliyle” düzelip bir kelime oluşturmak amacıyla “horon teperler” gibi yan yana yapışıp kalıyorlardı: (Allah -genel olarak- çektirmesin, sadece halay çekilir, horon çekilmez. Horon tepilir. Alın size emsalsiz bir bilgi daha. Bu bilgiler belki ileride çok para edecek. En azından su, elektrik, doğal gaz faturalarını bile ödeyebilecek. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da gerektiği kadar sabırlı olmak lazım.)

“Bir balıkçı, bir balıkçıya, bre balıkçı, gel beraber, okyanusta, balık avlayalım demiş. Az gitmişler uz gitmişler dalga dalga düz gitmişler, sonra bir daha gören olmamış onları. Duyanlar duymayanlara peki nasıl anlatacak bu masalı. Bir gitar, bir siyah şal, yanında bir gitar daha, hatları biraz daha yuvarlak telleri bol, mantarıyla yeni vedalaşmış bir şişe, şişeyi dik tutan bir masa, adamı tutan bir sandalye, havada asılı bir kadeh, kadehi elinde unutmuş bir adam ve bir “fadista”nın hızlı hızlı inip kalkan göğsünde cennet ile cehennem arasında gidip gelerek tabii ki. Bir balıkçı, bir balıkçı daha, sonra bir daha, bir daha bir daha, bereketli bir balık avı gibi, her gece alıp getiriyorlar hepsini okyanustan. Senin işin kolay, çıt çıkarmadan yudumluyorsun bütün olan biteni, hepsi o kadar.”

 

Kontra gelen bir dalgayla uyandığında hemen yelkenlere bir göz attı. Güneşin doğmasına bir saatten az bir zaman kalmıştı. Böyle idare ederdi sabaha kadar. Güneşin doğuşunun “olmazsa olmazı” bir kupa “köpek öldüren red kit kahvesi” hazırlamak için kuzineye doğru süzülüverdi. Aynı zaman diliminde aklına gelen Pedro Şadi’nin bir zamanlar ona söylediği şu sözler sabahın köründe gülümsetti onu: “Şu cüssemizle bundan bir kupa içsek bizim soyumuz tükenir be.” (Red Kit’in kahve yaptığı çaydanlık gibi direkt olarak ateşin üzerine konan ibriğe benzer alametten yüzyıllardır aramasına rağmen henüz bir sonuç alamamıştı ama malum pes etmek onun “kitaplarında” yazmazdı. Üzerinde K.C harfleri olan kupayı bulaşıkların içinden çıkarıp güzelce yıkadı. Onsuz güne başlayamazdı. Yorulmuştu. “Karışık kuruşuk yatıyorsun, adamı günahı sokuyorsun” şeklinde rüyalar da dahil olmak üzere neler görmüştü neler. Artık yorulduğunun en belirgin alameti kendini bir “tavernada” pineklerken olanıydı. Yoksa Pedro Şadi ile beraber Denizler Kitabevi’nde olanlar gerçekte yaşananların onda biri bile değildi. Yirmi yılda onaltı tane “yosun kokan kitap” çıkmıştı o fırından. Dile mi kolaydı. Hem dile kolaydı hem yüreğe. Yürekten dile gelen her şey her zaman çok güzel değil miydi. Sırf yürekten gelse bile yeterdi. Limanda denizi özlüyordu, denizde limanı. İşte Pedro Şadi’nin gönül koyduğu yer de tam işte burasıydı. “Sana göre bir şey yok orada…” diyordu Pedro Şadi limanları kastederek her b.ku biliyor havalarında. Yanılıyordu bana göre veya yanılsa iyi olacaktı. Kendinden emin olamadığı için bu konu yeterince canını sıkıyordu. Oluruna bırakacaktı bu konuyu. Bindikçe “kaloma” verecekti zincire. “Kastanyola”yı ne zaman sıkacağını ise teknenin kendisi verecekti. Teknenin kendisi o olduğuna göre, bu konuda kimseye taviz vermesine gerek yoktu.

Birazdan; iskeleye zincirli yorgun tekneler kendi hallerinde şakalaşıyorlar birbirleriyle, köle olduklarını bilmeden. Beni de almak istiyorlar aralarına. Dur bakalım belki birazdan. Tepeden inme bir akşam. Yıldızlarda savaş başlayacak birazdan. Muhakkak bize de sıçrar. Işın kılıcımla yaktım sigaramı görülecek şekilde dört yandan. İntikam hazırlığı içinde olduğumu anlasın diye ilham perileri birazdan. Limandayım ne zamandır. Hem yetim hem öksüzüm yani. Bir kapımı çalan olmadı henüz yazılmayan şiirlerden. Alınca bir yudum hesabını soracağım kim veren olursa, birazdan. Yine birazdan dermişim ama değil şimdi anladım ki gönlüm buruşuk bugün. Ne intikamı birader, astık kestik işte yine yalandan. Her bir harfinizi çok özledim, gelin artık birazdan. Biraz oyalayın yeter. Beni alacak tekne fırtına yer içer. Yolda ikmal yapmış, varacak birazdan.

Seri hareketlerle alacakaranlık kuşağında -dünyada bilinen adıyla “Sirius Yıldızı”ndan- güneşin doğmasına dakikalar kala bir “kuantum” açtı. Bugün sıra ondaydı. Son gittiği yerler tıkır tıkır döküldü jurnalin içine. Kendi hariç, onun teknede yaptığı kahvesinden içen herhangi biri gibi yüzü buruştu. Bir ceza geleceği kesindi. Birkaç yüzyıla sıkışıp kalmıştı epeydir. Böyle giderse ehliyetini bile alırlardı elinden. Büyük bir yudum aldı kahveden. “Dur bakalım” dedi kendine. “Dur bakalım, daha vakit körpe.” İçinden söylememişti bu kelimeleri bu sefer. En azından ben şahidim, cihan alemin duyacağı şekildeydi. Evrende “memuriyet” yoktu. Taşın altına eline sokmazsan eğer galaksiler arası yolculukları hayal etmene bile izin vermezlerdi. Böyle olması gerekiyordu ve işte böyleydi zaten. Bir dahaki sefere İspanyol şarkıcı Diana Navarro’yu yanına almayı unutmayacaktı. Başıboş yıldızları onun gibi patlatan biri daha görmemişti. “El perdon” diyordu sadece onların yanından geçerken. “Affetmek” diyordu ama kendi asla affetmiyordu. Patlattığı gezegenlerin büyüklüğüne göre hatırı sayılır “mil” kazanmıştı. Bir röportajında, kazandığı millerle kendine dünyaya otuz milyar ışık yılı uzaklıktaki Z8gnd5296 galaksisinde kafa dinleyeceği ve yeni besteler yapabileceği bakla sofa nohut oda -yoksa oda mı baklaydı sofa mı nohuttu, yani işte ufak tefek mütevazı anlamında- yörüngesinde

dolaştığı güneşe çok yakın olmayan, ılıman bir gezegen almak istediğini söylemişti. “El perdon” şarkısını söyleyen, bunu da yapardı. Görünen gezegen teleskop istemezdi. (Bir not: Bir güneşin yörüngesinde dolaşmayan gezegenler -şimdi veya sonra- var mıydı şeklinde sorular olacak, olmasa şaşırırdık. Kısıtlı bilgisi ile hemen cevap vermek için yerinde duramayan seyircilerden biri -bizim okuyucu kitlemiz asla böyle bir şey yapmaz- buna hemen itiraz etti, ama nereden bilsin, itiraz kabul etmiyoruz biz.)

Gözlerini açtığında tekrar kapadı. Rüyasının o son sahnesi 007’lerin en “baba” sahnelerinden birine benziyordu. Eski “Atlantik” büfenin önünde durdu. Elli yıl önce yediği bir “sosisli”nin hardalının acısı burnundan beynine doğru yayılırken cebinden üzerinde küçük kırmızı bir ışık yanan cep telefonu büyüklüğünde bir aletin antenini açtı. Kırmızı ışığın altındaki düğmeye kuvvetlice bastı. Işık yeşile döndüğünde Tünel’den Taksime’ kadar korkunç bir gürültü bütün Beyoğlu’nu kapladı. İnsanların şaşkın bakışları arasında, Denizler Kitabevi’nin patlayan camlarından sokağa dökülen tonlarca suyun içerisinde dev bir mavi balina debeleniyordu.

KAPTAN TALİP ÖZCENGİZ

 

 

DENİZLER KİTAPEVİ VEDASI

https://kayiprihtim.com/haberler/edebiyat/denizler-kitabevi-istiklal-caddesi-ne-veda-ediyor-falafelci-olacak/

KÖŞE YAZARLARI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
STM’DEN DUVAR ARKASI RADAR
GÜNLÜK HABER AKIŞI
ÇiN UZAY HACMİNİ ARTIRIYOR
GÜNLÜK HABER AKIŞI
DAĞIN KRALI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
TOPRAK ZAFERE SÜRÜYOR
GÜNLÜK HABER AKIŞI
CAM ŞİŞE ATMA ORMANI YAKMA
GÜNLÜK HABER AKIŞI
SHENZHOU 15 YERYÜZÜNE DÖNDÜ
GÜNLÜK HABER AKIŞI
İSTANBUL PLAJLARI YAZA HAZIR
GÜNLÜK HABER AKIŞI
HAYDİ GÖLDE BALIK TUTALIM…
GÜNLÜK HABER AKIŞI
RENK KODLU MARS HARİTASI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
Bugün Dünya Yunus Günü!
GÜNLÜK HABER AKIŞI
YUNANİSTAN’DA TREN KAZASI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
RÖMORKÖR ALABORA OLDU
GÜNLÜK HABER AKIŞI
TÜRK GEMİSİ KARAYA OTURDU
GÜNLÜK HABER AKIŞI
EYT 1 YIL ERTELENEBİLİR
GÜNLÜK HABER AKIŞI
ENGELLİLERİN ACI FERYATLARI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
YİNE SINIFTA KALDIK
GÜNLÜK HABER AKIŞI
SULAK ALANLARI ONARMA ZAMANI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
Anneler Günü Kutlu Olsun

Copyright © 2024 Deniz Kartalı. Tüm Hakları Saklıdır.   |   Gizlilik Politikası