Deniz Kartalı

YUNANİSTAN’IN ANADOLU’DA İŞİ NEYDİ?

Bizim, Anadolu’da işimiz neydi? Biz yabancı devletlere alet olduk. Sizden de, bizden de bunca insan öldü. Sonunda ne oldu. İşte, bugün kardeşiz. Hata idi Anadolu hareketi… Hem de muazzam bir hata bu savaş gereksiz bir savaştı.
Yunan General Trikopis…

Kurtuluş Savaşımız ile ilgili hafızamı tazelerken aşağıdaki sorular hep ilgimi çekmiştir. Ancak bu soruları 10-15 sayfa içerisinde özetlemek de o kadar zor ki. Biraz vakit bulup/ayırarak bu konularda hazırlanmış 13 ayrı Doktora/Yüksek Lisans tezini inceleyerek nispeten özet bir doküman hazırlamaya çalıştım. Cevap aradığım sorular şunlardı:
–Yunanlılar I. Dünya Savaşına katılmadığı halde nasıl olup da biten bir savaştan sonra Anadolu’yu İşgale ve Türkleri katletmeye girişebilirdi?
–Yunanistan böyle bir hareketi tek başına ve kendi inisiyatifi ile yapmış olabilir miydi?
–Yunanistan’a destek veren ülkeler Türk’lerin katledilmesine nasıl böyle seyirci kalabilirdi? Türklerden bu nefretin sebebi neydi?
–Osmanlı’nın Kuruluşundan günümüze Dış Politika’ da bu kadar yalnız kalma sebebi ne olabilirdi?
–Yunanistan’ın bağımsızlık ilanı ve sonrasında Osmanlı’nın hataları var mıydı? Neydi bunlar? Bir Balyoz benzeri Olay geçmişte de yaşanmış mıydı?
Bu soruların hepsine tam olarak cevap verebilmek oldukça zor. Ancak yine de elimden geldiğince ve okuyucuyu sıkmayacak şekilde 10-15 sayfa içerisinde hazırlamaya çalıştım.

Umarım hayal kırıklığı yaşatmam sizlere.
Saygılarımla. Mehmet ASAL

YUNANİSTAN’IN ANADOLU’DA İŞİ NEYDİ?
Seyir Defteri - Mehmet Asal( salmehmet@gmail.com )
2.188 views
19 Temmuz 2022 - 12:33

ÖZEL NOT: Bu çalışma esnasında Yunanistan halkı ve askeri için YUNANLI veya YUNANLILAR tabirini kullandım. Neden YUNAN veya YUNANLAR değil? diyenleriniz olabilir. Aslında ben de bir ikileme düşüp araştırdım.

Gördüm ki YUNAN kelimesi İbranice, Arapça ve Farsça dillerinde bir millet değil, Yunanistan yani Ülke anlamında kullanılıyor. Yunan Türk’ün karşıtı değil. Yunan bir Milleti değil Devleti, ülkeyi belirtiyor. Bu durumda da Türk’ün karşıtı Yunanlı oluyor. Hollandalı, Belçikalı vb. gibi. Zaten Akademik dünya da YUNANLI veya YUNANLILAR (çoğulu) şeklinde kullanıyor.

 

Osmanlı; kuruluşundan 1500 yılına gelinceye kadar Doğu Trakya, Selanik, Atina, Mora yarımadasını ele geçirmiştir. 1500-1700 yılları arasında iki asır kadar sürede bu bölgelerde dikkat çeken herhangi bir olay olmamış, tam bir sükûn dönemi yaşanmıştır.

Özellikle İstanbul’un fethinden 19. yüzyılın ortalarına kadar Rum halkı, Osmanlı egemenliği altında devletin sosyo-ekonomik hayatında, siyasi yaşamında önemli görevler üstlenerek aynı kadere ortak olmuştur.

Ancak Fransız ihtilali sonrası hız kazanan milliyetçilik akımının ve dindaş Ortodoks Rusya ve Hristiyan İngiliz ve Fransızların büyük yardım ve etkisiyle, Rumlar başkaldırarak isyan etmiş ve 1829 yılında Yunanistan bağımsızlığını kazanmıştır. Bu gelişme o tarihe kadar oldukça iyi yürüyen Türk ve Rum halkı arasındaki ilişkileri olumsuz yönde ciddi biçimde etkilemiştir.

 

  1. Dünya Savaşı sonrasında ise bu iki millet arasındaki 1800 öncesi birlikte yaşama kültürü yerini büyük oranda düşmanlığa bırakmıştır. Zira I. Dünya Savaşına katılmayan, Türklerle savaşmayan Yunanlıların birden İzmir’e çıkarılmasının ne akıl ve mantık ne de savaşın sonuçları ile doğrudan bir ilgisi yoktur.

 

Ruslar Yunanistan’ın bağımsızlığı almasında kullanılmış, İngiliz ve Fransızlar da ebedi ve ezeli düşmanlıkla 1919 sonrasında Türklerin katline onay vermiştir. Ama acaba sonuç bekledikleri gibi mi olmuştur? Elbette ki hayır. Var olduğu sürece kışkırtılmaya ve ayaklanmaya açık Rum ahali bu vesile ile ebediyen Anadolu’yu terk etmek zorunda kalmıştır. Bu da aslında Mustafa Kemal Atatürk’ün uzun vadedeki bir hayalidir ama Rumların işgüzarlığı ve maceraperestliği nedeniyle kısa sürede gerçekleşmiştir.

 

Avrupa’nın pek çok yerindeki Museviler, İrlandalı Katolikler, Macaristanlı Kalvinistler, Fransa ve Silezyalı Protestanlar gibi daha birçok topluluğun dini inançlarından dolayı çektikleri zulüm, işkence ve katliamlar göz önüne alındığında Osmanlı idaresi altında yaşayan değişik inanç ve ırklara mensup milletlerin ne kadar güven ve huzur içinde oldukları daha net şekilde anlaşılır.  Nitekim Osmanlı Devleti’nin bu hoşgörüsü değişik etnik grupları bünyesinde barındıran bir devlet olmasını sağlamıştır. Ancak 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti himayesinde yaşayan bu milletler, Fransız ihtilalinin yaymış olduğu milliyetçilik akımı sonrasında isyan ederek bağımsızlık mücadelesi içerisine girmişlerdir. Bunlardan biri de Rumlardır.

 

1821 ayaklanması ile Osmanlı’dan kopma mücadelesine girişen Rumlar, Edirne Antlaşması ile bağımsızlığını kazanmıştır. Avrupalı Devletlerin Yunan Devleti’nin sınırlarını çizerek Londra Antlaşmasında bu sınırları Osmanlı Devleti’ne onaylatmasıyla ise Yunan Devleti resmen kurulmuştur. Bağımsız devletlerini kuran Yunanlılar bundan sonraki süreçte Megali idea yolunda hareket ederek Osmanlı aleyhinde sınırlarını genişletme çabası içerisine girmiş ve 1912-1913 yıllarındaki savaşta Osmanlıyı Balkanlardan çıkarmayı başarmıştır. I.Dünya Harbi sonrası ise Batı Anadolu topraklarını işgale başlamıştır. Böylelikle tarihi birliktelik ve dostluk yerini düşmanlığa bırakmıştır.

 

Osmanlı himayesinde yaşayan Anadolu’nun yerli Rumlarının büyük bir kısmının aynı ırka mensup oldukları Yunan ordusu ile isteyerek veya istemeyerek birlikte hareket etmesi ve Anadolu’nun işgalinde yer alması, bu düşmanlığın ana sebebini oluşturmaktadır.

Türkçeye “Büyük Ülkü” ya da “Büyük Fikir” olarak geçmiş olan “Megali İdea” doğrultusunda Yunanlılar, öncelikle bağımsız bir devlet kurmayı amaçlamışlardır. Sonrasında Yedi Adaları almayı; Tesalya, Epir, Makedonya ve Trakya’yı ele geçirmeyi; Girit Adası, Oniki Adalar ve Kıbrıs Adası’nı, Anadolu’nun Sakarya’ya kadar olan kesimini (İstanbul dahil) elde etmeyi ve nihayet Karadeniz kıyılarını zapt ederek Pontus Rum Devleti’ni ihya etmeyi hedeflemişlerdir. Toprakları genişletmek ve boyunduruk altındaki kardeşleri kurtarmak Megali İdeanın ideolojik ve retorik temellerini oluşturmuştur.

Bunun yanında Yunanistan, gerçekleştirdiği askeri harekatın çok öncesinden başlayarak Osmanlı topraklarında yaşayan Rumları eğitmek amacıyla bir eğitim seferberliği başlatmıştır. Bu amaç uğruna Yunan Devleti, Atina Üniversitesi, Anadolu ile Trakya’da kurulan Rum cemiyetleri ve okulları, kilisenin de sağladığı destekle iş birliği halinde çalışmışlardır. Bu, Megali İdeanın başka bir boyutudur ve Yunanistan için en az toprakları genişletmek kadar önemli olmuştur. Hedeflere ulaşıldığı, yani Yunan (Sözde Helen) ulusu yaratıldığı durumda, Yunanistan’ın Osmanlı topraklarını ilhak etmesi kolaylaşacaktı.

 

Yunanistan Megali İdea doğrultusundaki hedeflerine kısmen ulaşmış, özellikle Balkan Savaşları’nda topraklarını ve nüfusunu yaklaşık iki katına çıkarmıştır. Balkan Savaşları döneminde Yunanistan’ın başbakanı Megali İdea Rüyacısı olarak tanınan Eleftherios Venizelos’tur.

 

Venizelos 1918 yılı itibariyle Paris Barış Konferansı’ndan başlayarak müttefikler nezdindeki girişimlerini yoğunlaştırmış ve Batı Anadolu ile Trakya başta olmak üzere Osmanlı Devleti’nden yeni topraklar koparmayı hedeflemiştir.

 

Neticede Venizelos liderliğindeki Yunanistan müttefiklerin desteğini almayı başarmış, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkmış ve devamında Anadolu’daki işgal alanını genişletmiştir. Esasen Yunanlılar, İzmir’in işgalinden hemen sonra bölgenin Yunanistan’a ilhakını gaye edinen davranışlar içine girmişlerdir.

 

Millî Mücadelenin yaşandığı 1919–1922 yıllarında da Türk milletini en fazla uğraştıran devlet hiç şüphesiz Yunanistan olmuştur. Küçük bir devlet olan Yunanistan’ın geniş Anadolu coğrafyasında söz sahibi olabilmesi için nüfus olarak kendisinden neredeyse 2,5 kat fazla olan Türk milletini savaşta bertaraf etmesi gerekiyordu. Ancak Yunanlıların Anadolu’daki Yerli Rum halkın desteğini almadan bunu başarabilmesi mümkün değildi. Bu nedenle Millî Mücadele döneminde Yunanlılar, Türkler karşısında gerekli olan asker ihtiyacını büyük ölçüde Anadolu’daki yerli Rumlardan sağlamaya çalışmıştır. Anadolu’daki yerli Rumların bir kısmı Türklere karşı Yunan ordusunun yanında yer alırken bir kısmı da yüzyıllardır aynı coğrafyada beraberce yaşadığı komşularına karşı savaşmamakta direnmiştir.

İzmir’de oluşturulan Yunan Yüksek Komiserliği Yunan ordusunun işgal etmiş olduğu yerlerde temsilcilikler açmıştır. Bu örgütlenmenin yanı sıra Yunanlılar işgal bölgelerinde sıkıyönetim mahkemeleri oluşturarak hukuk işleri ile ilgili davalara bakmaya başlamışlar, hatta okullarda müfredat programlarına müdahale etmişlerdir. Aslında bu şekilde Batı Anadolu’daki Yunan işgali yalnızca bir askeri işgal niteliğinin çok ötesine geçmiştir.

 

Yunan Hükümeti ilk başlarda Anadolu Rumlarından gelen çağrılara temkinli yaklaşmış, ancak 1922 Temmuz’una gelindiğinde Yüksek Komiser Steryadis’i Batı Anadolu’nun otonomisini ilan etmekle görevlendirmiştir. Kaynaklarda “Anadolu Devleti”, İyonya Devleti” veya “Ege Devleti” olarak anılan oluşumla ilgili, Yunan çevreleri hiçbir zaman tam bir netlik içinde olmamışlardır. Sevr sınırları içerisinde yeni bir devlet tesis etmek, ancak Yunanlıların ellerindeki son kozu oynamaları olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki bazı Yunan gazeteleri otonom devlet fikrine de karşı çıkmışlar ve bunun yerine Batı Anadolu’da “yerel yönetim” den söz etmişlerdir.

 

1919-1922 yılları arası Anadolu Rumları için, içinden çıkılması güç problemlerle doluydu. Bir tarafta beraber yaşadığı Müslüman Türkler, diğer tarafta ise aynı ırka mensup olduğu Yunanistan. Ancak hepsinden önemlisi neden-niçin savaştıkları sorusunun bir yanıtı yoktu. Ayrıca emirlere uymama durumu olursa hem Yunanistan hem de Türk hükümeti tarafından vatana ihanet suçuyla yargılanıp kurşuna dizilme tehlikesi vardı. Bu nedenle bazı Rumlar zorla da olsa kendi ırkını seçmek durumunda kalmış ve Yunan ordusuna katılmaya başlamıştı. Nitekim Nisan 1920’de Yunanistan’ın, İzmir ve çevresinde Anadolu’nun yerli Rumlarından 32 yaşına kadar olanları orduya kaydettiğini biliyoruz.

Mayıs 1920’den itibaren İstanbul’daki İngilizler bile Rum ve Ermeni ahaliyi yüksek ücret karşılığında kendi ordusuna alma çabası içine girmişti. 35 yaşına kadar olanların da silah altına davet edilmesi üzerine birçok Rum orduya yazılmıştı.

Ancak hem Yunanistan’daki halk hem de Anadolu’daki Yunan askeri harpten bıkmıştı.

O tarihte Yunan ordusunda 13 sınıf silah altında bulunuyordu. Bunların 5 sınıfı, Anadolu’da harp bittiğinde yaklaşık 4 yıl boyunca askerlik yapmış olacaktı. Bu nedenle Yunan ordusuna alınan Anadolu Rumları sürekli askerlikten kaçmaya çalışıyordu. 1921-1922 yıllarında İzmir’de 20.000 asker kaçağı tespit edilmişti.

 

Batı Anadolu’da yaşayan yerli Rumların Yunan ordusuna yeterli destek vermemesi Yunanistan’ın ciddi tepkisine ve hayal kırıklığına neden olmuştu. Bununla ilgili olarak Yunan Kralının oğlu Prens Andrew, Anadolu Rumları ile ilgili olarak şu değerlendirmede bulunmuştu;

“Buradaki halk genellikle tiksindiricidir. Bu değersiz insanları tekmeleyip atması için İzmir’i Mustafa Kemal’e teslim etmek gerçekten yerinde olacaktır.”

Yunan Prensinin kendi ırkından olanlar için yaptığı bu yorum aslında Anadolu Rumlarının Yunanistan tarafından ne kadar çok önemsendiğinin de bir göstergesiydi.

Türk ordusuna karşı savaşan Yunan birliklerinin yaklaşık olarak %30’u Anadolu Rumlarından oluşmaktaydı.

TBMM’nin Rumları, vatana ihanet suçu ile yargılayıp idam etmesi üzerine Yunanlılar da bazı tedbirler almak mecburiyetinde kaldı. Bu amaçla Yunan hükümeti kendi ordusu adına savaşan Anadolu Rumlarına, Yunan vatandaşı olduklarına dair sahte nüfus cüzdanları ve pasaportlar çıkartarak idam edilmelerini engellemeye çalıştı. Üstelik yerli Rumlara; “Esir düşerseniz kesinlikle Türkçe konuşmayın,” diyerek telkinlerde bulunuyordu.

Anadolu Rumlarının büyük bir kısmı ise her iki orduda da kesinlikle savaşmak istemiyor ve sahte Yunan Pasaportu hazırlayarak İstanbul’a kaçıyordu.

26 Ağustos tarihiyle başlayan Türk taarruzu sonrası ise Yunan ordusu işgal ettiği Anadolu topraklardan hızlı bir şekilde geri çekilmeye başladı. Bu geri çekiliş esnasında işgal bölgelerindeki Anadolu Rumları da Yunan ordusu ile Anadolu’yu terk etmek için kıyı bölgelerine doğru kaçmaya başladı. Yunanistan’ın Anadolu’da Patrikhane aracılığıyla dini argümanları kullanarak, Anadolu Rumları üzerinde etkili olmaya başlaması üzerine Anadolu’daki Türkçe konuşan Hıristiyan Ortodokslar da karşı hamlede bulunmuştu. Bu insanlar kendilerini Türk olarak görmüş ve 1919-1922 yılları arasında Millî Mücadele taraftarı bir politika takip etmişlerdir.

Karadeniz Pontus Rumları ise bu savaşta olabildiğince tarafsız kalmışlar ve Osmanlı Müslüman ahali ile sorunsuz yaşadıklarını ifade etmişlerdir.

Bu noktada kafamı çok kurcalayan ve büyük eksiklik olarak gördüğüm bir konuya yeri gelmişken değinmek istiyorum.

Osmanlı’nın kuruluşundan günümüze gelinceye kadar tüm ülkeler şu veya bu şekilde müttefikler bulup savaş sırasında yalnız kalmamışken neden Osmanlı hep müttefiksiz ve yalnız başına kalmış, ancak Rusya ile Batılı Devletlerin çıkarları çatıştığında Pastanın paylaşımındaki zorluklar nedeniyle bazen İngiliz ve Fransızları, Bazen Rusları yanında gibi görebilmiştir. Aslında dini, hukuki ve kültürel faktörleri ele aldığımızda bu sonuç kaçınılmaz görülmektedir.

  1. Fatih kanunnamesinde Nizâm-ı Âlem için kardeş katli meselesi ile ilgili olarak;

‘Ve her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların Nizâm-ı Âlem için katl eylemek münasiptir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir. Anınla amil olalar.”

Çocuklarımdan hangisine Saltanat nasip olursa o kişi Dünya Düzeni için kardeşlerini katledebilir. Bunu alimlerin çoğunluğu da uygun bulmuştur. Bu kuralı uygulasınlar.

 

Demek suretiyle şehzadelerin yetiştirilmesini ve diğer batılı ülkelerin yapıp ittifaklar kurduğu gibi kız alıp verme olaylarının yaşanmasını engellemiştir. Bu konudaki tek övüncümüz Katerina ve Baltacı Mehmet Paşa ilişkisidir ki o da seviye olarak Osmanlı’ya bir katkı sağlayamamıştır.

 

  1. Bunun bir nedeni de ebetteki din farkıdır. Ancak Katolik ve Protestanlar ya da Ortodokslar birbiri ile evlenirken Osmanlı bu yolu denememiş, kardeş katli fetvası nedeniyle deneyememiştir.

 

  1. İngiliz Kraliçesinin önceki yıl ölen ve 1947’den 2021 yılına kadar Kraliçenin eşi olarak yaşayan Prens Philip, Türkiye-Yunanistan konularında her zaman Yunanistan’ın yanında yer almıştır. Çünkü Edinburgh Dükü ve Birleşik Krallık kraliçesi II. Elizabeth’in eşi olan Prens Philip Mountbatten (10 Haziran 1921, Korfu, Yunanistan, Doğumludur) Doğumunda kendisine Yunanistan ve Danimarka Prensi unvanı verilmiştir. Armasında Yunanistan bayrağı ve Danimarka Kraliyet Bayrağı bulunmaktaydı.

 

  1. 1832-1862 Yılları arasında Yunan Kralı olan Otto, 1815 Salzburg, Avusturya doğumludur, Bavyera Kralı I.nci Ludvig’in selefidir.

 

  1. Sonraki Yunan Kralları I. Georgios, I.nci Konstantin, Aleksandro, II.nci Georgios hep benzer şekilde diğer ülkelerle hısım/akraba olup tüm bunlar Yunanistan’ın her zaman desteklenmesinde çok etken olmuştur.

 

  1. 1913-1917 ve 1920-1922 yılları arasında Yunanistan kralı olan Glücksburg hanedan üyesi I. Konstantin, 21 Temmuz 1868 tarihinde Kral I. Georgios ve Kraliçe Olga’nın en büyük oğlu olarak Atina’da dünyaya geldi. İsmini anne tarafından dedesi olan Rusya Büyük Dükü Konstantin’den aldı. Bu ad dönemin Yunanistan başbakanı Dimitrios Vulgaris tarafından ona verildi. Konstantin ismi bilhassa Megali İdea ülküsünü benimseyen ve başkenti Konstantinopolis olan birleşmiş bir Yunan milleti hayalindeki yurtsever Yunanlılar için duygusal bir mana taşıyordu. Milyonlarca Yunan’ın gözleri beşiğinin üzerinde ana hatları çizilen Ayasofya’nın kubbelerini görmüştü. Doğu Roma İmparatorluğu ile kurulan bağın vurgulanması bağlamında Konstantin’e verilen isim veliahtın geleceğini de büyük ölçüde önceden belirlemişti.

 

  1. Yunanlıların tüm bu avantajlarına karşılık, adeta dalga geçer gibi II. Mahmut (1808-1839), 40 000 kişilik kendi Yeniçeri ordusunu katlederek ve buna da “Vakayı Hayriye” Hayırlı Olay dedirterek, Navarin Baskınının ve Yunanistan bağımsızlık hareketini adeta desteklemiş böylelikle kendi ordusunu da dinamitlemiştir. Bu arada ordu da “Asakiri Mansureyi Muhammediye” (Muhammedin Muzaffer Askerleri) adı altında yeniden teşkilatlandırılmaya çalışılmıştır. Bunu takiben Osmanlı için hızla toprak kayıpları ve tam bir yalnızlık dönemi başlamıştır.

 

  1. Benzer bir olay da bundan 4 asır önce Yavuz Sultan Selim zamanında meydana gelmiştir. Alevi katliamı ilk olarak dönemin önemli devlet adamlarından İdris-i Bitlisi tarafından yazılan Selim Şahnâme eserinde geçmektedir. Eserde 40 bin Alevi’nin katledildiği belirtiliyor. Osmanlı’nın resmi kaynakları arasında kabul edilen eserle ilgili iki farklı görüş var. Tarihçilerin bir kısmı eserin güvenilir bir kaynak olduğunu ve çok uzun yıllardır derslerde okutulduğunu belirtiyor. Bunun tam tersini düşünen tarihçilerin argümanıysa şu: İdris-i Bitlisi eserini hayattayken temize çekemediği için bu işi oğlu devralıyor. Eseri yeniden düzenleyen yazarın oğlu Ebulfazl Mehmed Çelebi, bilgi eksikliği sebebiyle Alevi katliamıyla ilgili bölüme yanlış bilgiler ekliyor.

 

  1. Bu iki olayı bir arada düşündüğümüzde, 2000’li yıllarda yaşanan Balyoz Kumpası benzeri o tarihte de Alevi ve Bektaşi Kültürüne sahip, liberal ve ileri görüşlü askerlerin ve kişilerin bir anda nasıl etkisizleştirildiği kolayca görülmektedir. Acaba bu davranış Genlerimize mi işlemiştir? Ya da dış güçler bizleri fişekleyerek sürekli bu tuzaklara mı düşürmektedir?

 

  1. Osmanlı kurulduğundan beri süre gelen Bektaşi-Alevi Kültür ve Zihniyeti ile Mevlevi-Sünni çekişmesi Osmanlı’nın sonunu hazırlamıştır. Zaten Yeniçerilerin katli de bunun vahim bir sonucudur.

 

  1. Tüm bunları gören ve yaşayan Yunanistan’ın da Megali İdeasını gerçekleştirmek için aslında her şey çok müsaitti. Yunanlılar da öyle yaptı. Yunan Ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıktı.

Hesaplayamadıkları şey karşılarına Mustafa Kemal Atatürk’ün çıkmasıydı.

MAYIS 1919 DA DURUM:

 

Yunanistan Nüfus                                                            :   5 500 000

Türk Nüfus                                                                        : 13 500 000

Osmanlı Rumları (1914 yılında)                                     :   1 541 000

1919 sonrası Anadolu’ya dönen Osmanlı Rumları        :       100 000

 

1922 sonrası Yunanistan’a kaçan Osmanlı Rumları     :  1 000 000

1928’de Yunanistan’da Osmanlı Rum Göçmeni           :  1 104 216

1927’de Türkiye’de        kalan Osmanlı Rumları           : ~125.000

 

1912-1922 arası Osmanlı Rumlarından hayatını kaybedenlerin sayısı

: 30 .000

Olarak tahmin edilmektedir.

 

Osmanlı Rumları: Osmanlı Devleti’nde yaşayan Rumlara verilen isimdir. Kuruluşundan itibaren pek çok Rum topluluğu Osmanlı sınırları içindeki İç Anadolu (Kapadokya), Ege ve Karadeniz bölgelerinde yaşamıştır ve devletin son dönemlerine kadar önemli rol oynamışlardır. Bugün büyük çoğunluğu Rum Kırımı ve Mübadele sorunundan dolayı Yunanistan’da yaşamaktadır.

Yukarıda verilen sayılardan da anlaşılacağı gibi,5,5 milyonluk Yunanistan, 13,5 milyonluk bir ülkeyi zapt etmeye gelmiş, bu amaçla Yunanistan’dan da 200 000 asker getirmiş, Osmanlı Rumlarını örgütleyerek kullanabileceğini hesaplamış ama evdeki hesapları çarşıya uymamıştır. Önce Osmanlı Rumlarının önemli bir bölümü silah altına alınmayı reddedip kaçak olmayı tercih etmiştir. Başlangıçta Yunanistan’ı destekleyen Fransa ve İtalya daha sonra desteği çekerek “Tarafsızlık Politikası” uygulamış, yalnız kalan, savaş gücü ve halkının sabrı tükenmek üzere olan İngiltere de sonunda desteği bırakmıştır.

 

Bu noktada biraz da savaşın hemen öncesine dönmekte yarar görüyorum.

Ağustos 1914’te I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Kral Konstantin ve Venizelos arasında Yunanistan’ın savaşa dahil olup olmaması konusunda bir anlaşmazlık ortaya çıkmıştır. Büyük Savaş patlak verdiğinde Kaiser II. Wilhelm, Kral Konstantin’den Balkan coğrafyasında Slav birliğine karşı Yunanistan’ın Almanya ve Avusturya tarafında yer almasını istemiştir. İngilizler ise Yunanistan’ın Antant gücü yanında yer almasını teklif etmiştir.

Başbakan Venizelos Yunanistan’ın, “küçük partner” olarak, İngiltere ve Fransa’nın yanında hareket etmesi gerektiğini savunurken, Kral Konstantin ise “küçük ama saygın Yunanistan” fikriyle tarafsız kalması gerektiğine inanmışyıyordu. Konstantin’in bu tavrının temelinde Alman kraliyet ailesiyle olan yakın ailevi bağı bulunmaktaydı. O dönemde, Avrupa devletlerinin bloklaşması sürecinde Osmanlı Devleti de birtakım ittifak arayışları içerisine girmişti. İttifak için ilk tercih İngiltere’ydi. Ancak İngiltere ittifak teklifini “şimdilik yeni siyasi bağlar altına giremeyiz”, diyerek reddetti. Enver Paşanın da bilinen Alman hayranlığı buna eklenince Osmanlı ne yazık ki mağlup tarafta yer aldı.

 

Konstantin’in karısı Sofia, Kaiser’in kız kardeşiydi ve Kaiser II. Wilhelm ve Konstantin arasında yakın bir arkadaşlık ilişkisi de vardı. Öte yandan Konstantin, Almanya ile ittifak kuramazdı çünkü annesi kraliçe Olga, Rus kraliyet ailesinin bir üyesiydi ve bu durum Antantın müttefiki olan Rusya’nın karşısında yer alamayacağının başka bir sebebiydi. Üstelik Yunanistan’ın Almanya’nın müttefiki olan Türkiye ve Bulgaristan ile hareket etmesi Yunan kamuoyunun kabul edebileceği bir durum da değildi. Her ne kadar Kral Konstantin, Başbakan Venizelos’un çabalarıyla, Çanakkale Savaşı’nda İngiltere’ye yardım etmeye ikna olsa da dönemin Genelkurmay Başkan vekili İoannis Metaksas böyle bir desteğin Yunanistan’ı savaşa dahil eden bir sonuç yaratacağını belirterek kralı bu düşüncesinden vazgeçirdi.

 

Yunanistan’ın Büyük Savaş’a dahil olup olmama sorunsalı Başbakan Venizelos’un 1915 yılında iki defa istifası ile sonuçlandı. Ulusal Bölünme olarak adlandırılan bu ikircikli durum 1917 yılına kadar Atina ve Selanik’te iki farklı hükümetin kurulmasına neden oldu. Atina Hükümeti ve Selanik’te kurulan Milli Savunma Hükümeti gibi Yunan ordusu ve Anti-Venizelistler (Kralcılar) şeklinde iki kutba ayrıldı.

 

Büyük Savaşın başlamasından kısa bir süre sonra İngiltere ve Fransa, Kral Konstantin aleyhinde düzenli bir propaganda yürütmeye başladı. Bu tutum, 1913 sonbaharında tahta çıkan Konstantin’in çok kısa bir süre sonra Kaiser ile Alman ordusunun askeri tatbikatlarında görev almasından kaynaklıydı. Almanya’da eğitim alan Konstantin’in askeri ve kültürel bağlamda Alman ekolünden etkilenmesi Antant kuvvetleri tarafından kendilerine karşı başka bir tehdit unsuru sayılıyordu. Müttefik devletler tarafından kralcı hükümete karşı uygulanan silah ve ticaret ambargosu gibi birçok sert yaptırımlar Yunanistan’daki askeri ve sivil yönetim üzerinde güçlü kontrol mekanizmaları oluşturmuştu.

 

Müttefik devletlerin Atina Hükümetine verdiği silahları teslim etme ültimatomu ile gerilim iyice arttı. Yunan ordusu ile İngiliz ve Fransız askerleri arasında Atina’da meydana gelen silahlı çatışma sonucunda Fransa, İngiltere, Rusya ve İtalya Büyükelçilikleri Atina Hükümeti ile diplomatik ilişkileri tamamen sona erdirdi. Kasım Olayları olarak bilinen bu kısa çaplı askeri çatışmanın akabinde Fransızlar dönemin Britanya Başbakanı Lloyd George’un da desteğini alarak Konstantin’in tahttan çekilmesini talep etti. Antant, Konstantin’in en büyük oğlu halef Georgios’un Alman ordusuna hizmetlerinden ötürü tahta geçirilmesini uygun görmedi.

 

Antant Güçlerinin Mayıs 1917’de Paris ve Londra’da yaptığı toplantılarda, 1830 garantörlük antlaşması gereği, Konstantin’in ikinci oğlu Aleksandros’un tahta geçirilmesine karar verildi. Tüm baskı ve tehditler karşısında Kral Konstantin Haziran 1917 tarihinde, resmen istifa etmeden, tahtı oğlu Aleksandros’a bıraktı ve aile üyeleriyle birlikte, halkın itirazlarına rağmen, İsviçre’ye gitti.

 

Konstantin’in tahttan indirilmesinden sonra Selanik’te “de facto” bir hükümetin başında bulunan Venizelos, Atina’da hükümeti kurması için yeniden görevlendirildi. Temmuz 1917’de Yunanistan, İttifak devletlerine savaş ilan ederek I. Dünya Savaşı’na dahil oldu. 11 Kasım 1918’de Antant güçlerinin galibiyeti ile sona eren Avrupa merkezli küresel savaşın sonunda galip devletler, 18 Ocak 1919’da Paris’te imzalanacak olan antlaşmaların maddelerini görüşmek amacıyla bir araya geldi.

Paris Barış Konferansında Başbakan Venizelos Batı Anadolu ve İzmir’in Yunanlılara verilmesi konusu başta olmak üzere tüm ulusal taleplerini dile getirdi. Görüşmelerin akabinde, uluslararası barış konferansının kararıyla, 15 Mayıs 1919’da Yunan orduları İzmir’i işgal etti. Ancak Yunanistan kralı Aleksandros’un Tatoi sarayında bir maymun tarafından ısırılarak ölmesi ve 14 Kasım 1920 tarihinde Venizelos’un genel seçimleri kaybetmesi sonunda yapılan referandumda Konstantin yeniden tahta getirildi.

Seçimlerden iki hafta sonra tahta çıkıp hükümeti kuran Kral Konstantin, İoannis Metaksas’ın itirazlarına rağmen, Türkiye ile savaşı sürdürme ve Yunan işgallerinin Anadolu’da devam etmesi kararını aldı. Venizelos’un Kralcılara karşı bu ağır yenilgisi Müttefik Devletlerin Yunanistan’a verdiği askeri ve diplomatik desteği kesmesine yol açtı. İngiltere, Fransa ve İtalya Yunanistan’da kurulan yeni hükümete Konsatantin’i devlet başkanı olarak tanımadıklarını bildirdiler.

1919-1922 Türk-Yunan Savaşında sadece İngiltere diplomatik düzeyde Yunanistan’ı desteklemeye devam etti.

Kral Konstantin, Mayıs 1921’de, Küçük Asya İşgal Orduları Başkomutanlığını üstlendi. Ancak 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi sonunda yenilen Yunan orduları düzensiz birlikler halinde Anadolu içlerinden çekilmeye başladı.

 

Küçük Asya Bozgunu sonrasında Yunanistan’da General Nikolaos Plastiras ve Stilianos Gonatas Önderliğinde gerçekleştirilen askeri darbe ile Kral Konstantin ikinci kez tahttan indirilerek yerine oğlu prens II. Georgios’a geçirildi. Eylül 1922’de ailesiyle birlikte Sicilya’ya sürgün edildi. 11 Ocak 1923 tarihinde Kral I. Konstantin Sicilya’nın Palermo kentinde bir otel odasında kalp krizinden öldü.

 

Anadolu Rumlarının bir kısmı, Osmanlı vatandaşı olmalarına rağmen Yunan ordusuyla beraber hareket edip Türk ordusu karşısında yer almışlardı. Yunan ordusu bölgeden çekildikten sonra ise Türk halkı ile Anadolu Rumları arasında kaçınılmaz çatışmalar yaşanabilirdi. Bu tür olayların yaşanmasını engellemek ve insanların zarar görmemesi için mübadele şarttı. Mustafa Kemal Paşa da mübadeleyi hem homojen bir Türk Devleti’nin meydana getirilmesi için temel şart olarak görmüş, hem de Anadolu’daki Gayrimüslimlerin, Osmanlı Devleti döneminde olduğu gibi, Batılı devletler tarafından Türkiye aleyhine kullanılması ihtimalini hiçbir zaman göz ardı etmemişti. Ayrıca Rumların ülke içinde kalmalarından doğan kaygının en önemli sebeplerden biri de Megali İdea düşüncesinin Türkiye’yi sürekli rahatsız edeceği fikriydi.

30 Ocak 1923’te “Türk ve Rum Nüfus Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol iki devlet arasında imzalandı. Mübadele antlaşmasına göre Türk topraklarında yaşayan Rum Ortodoks dinine mensup Türk uyruklularıyla, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dinine mensup Yunan uyruklularının, 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak zorunlu mübadelesine girişilecekti. Ancak öngörülen mübadele İstanbul’da oturan Rumlarla, Batı Trakya’da oturan Müslümanları kapsamıyordu.

Mübadeleyle birlikte Anadolu’da yaşayan 1.200.000 Ortodoks Rum, Yunanistan’a göç etmek durumunda kaldı. Mübadele anlaşması çerçevesinde Yunanistan’a göç etmiş olan Ortodokslar gelenek görenek, hayat anlayışı bakımından Yunanistan’daki Ortodokslardan çok farklı olduğu için Yunanistan’da kabul görmeleri kolay olmamıştır. Gelenek ve göreneklerinde ve ahlaki anlayışlarında Anadolu insanına benzemeleri dolayısıyla sürekli olarak “Türk dölü” şeklindeki hakaretlere maruz kalmışlardır.

1922 yılında Anadolu’dan Yunanistan’a göç etmek zorunda kalan Anadolu Rumlarının %20’si Yunanistan’da geçirdikleri ilk bir yıl içerisinde açlık ve sefaletten dolayı yaşamlarını yitirmiştir. Hayatta kalanlar ise çok zor şartlarda hayatlarını sürdürmek durumunda kalmıştır.

İngilizlerin telkin ve silah yardımıyla 15 Mayıs 1919 tarihinden 9 Eylül 1922 tarihine kadar 39 Ay süreyle Yunan Ordusu tarafından işgal edilmiş olan Batı Anadolu’nun kurtarılmasıyla ilgili olarak Yunan Ordusuna ilk darbe 1921 yılı Mart Ayında Birinci İNÖNÜ zaferiyle vurulmuştur.

 

Başkumandan Mustafa Kemal ATATÜRK (Soyadını 1934 yılında almıştır.) kumandasındaki Türk Ordusu 23 Ağustos- 13 Eylül 1921 tarihleri arasında cereyan eden Sakarya Meydan Savaşında, Yunan Ordusunu bozguna uğratmış ve Yunan Ordusunun Sakarya nehrinin batısına çekilmesini sağlamıştır. Bu büyük zafer Yurdumuzda daha büyük bir coşkuyla kutlanmalıdır. Bu Savaşta Yunan Ordusu saflarında Prens Andre (Yunan Kralı Konstantin’in yeğeni) Korgeneral rütbesiyle katılmıştır.

Prens Andre’nin oğlu ise 1921 yılında ölen ve yukarıda da bahsettiğim İngiltere Kraliçesi olan Elizabeth’in eşi Edinburg Dükü Prens Filip’tir. Büyük Asker ATATÜRK Sakarya Savaşından sonra Yunan Ordusunun üstüne gitme riskini göze almamış, tedbirli davranarak Yunan Ordusuna karşı nihai darbeyi bir yıl sonra indirmiştir.

1922 yılı 26 Ağustos sabahı saat 04.45 te büyük gizlilik ve şiddetli bir topçu ateşiyle başlayan Büyük Taarruz, Yunan Ordusu Karahisar’ın 50 Km. kadar güneyi ve 20-30 Km. uzunluğundaki doğu cephesinde çok büyük bir tahkimat yapmıştır. Yunanlıların bu tahkimata çok güvendiği, Yunan Orduları Başkumandanı General Nikolas TRİKUPİS tarafından 1952 yılında Atina’da Gazeteci Hıfzı Topuz’a verdiği bir mülâkatta ifade edilmiştir.

Kusursuz bir Savaş Planı yapan büyük komutan Mustafa Kemal Paşa, 26 Ağustos sabahından kesin zafere ulaşıldığı 30 Ağustos akşamına kadar hiç uyumadan birçok cepheden bu savaşı yönetmiştir. (Seryaver “Başyaver” Salih Bozok’un hatıraları)

Sakarya Meydan Muharebesi Kurtuluş Savaşının dönüm noktasıdır. Yunan Ordusu hem lojistik hem de personel yönünden çektiği sıkıntılar nedeniyle tam bir moralsizlik ve çöküntü içerisinde idi. Yunanistan ise artık Anadolu’da ki savaşla eskisi gibi ilgilenmiyordu. Zaten Yunan halkı da büyük ekonomik sıkıntılar yaşıyordu. Anadolu’da ki Yunan Başkomutanı Trikopis te büyük sıkıntı içinde idi.

 

TRIKOPIS’IN 1922 TEMMUZ ayında Yunanistan’a yazdığı mektup.

31 Ağustos 1922 tarihli Yunan Eleftheron Vima gazetesinde, Tripolis’in 1922 Temmuz’ unda Afyonkarahisar’dan gönderdiği aşağıdaki mektubu yayınlamıştı:

.. Mektubunuzu aldık. Memlekette mevcut olan ikilik ve anlaşmazlıktan dolayı çok müteessirim. Yunan meselelerini takip etmek isteyecek herhangi bir yabancının gazeteleri okuyunca, Yunanistan’ın savaş halinde olduğuna ve ordunun silah elde, Küçük Asya’nın içlerinde, mahvımızı bekleyip ilerlemeğe hazır olan Türklerin karşısında bulunduğuna inanması imkansızdır. Gazetelerde, senelerden beri aile ve memleketlerinden uzak cepheyi bekleyen askerler hakkında maneviyat düzeltecek bir kelime bile yok. Ve memleketteki sefalet, ordunun bozguna uğraması halinde, bütün Yunanistan’ın mezara sürükleneceğinden habersizdir …

(Tripolis’in kendi anıları içeren kitabından alınmıştır.)

Bu mektubun gazete de yayınlanmasından 3 gün sonra Trikopis ve diğer üst rütbeli subaylar Ordumuz tarafından esir alınır.

Dumlupınar Savaşını kaybeden Yunan Ordusu, bozguna uğramış ve İzmir istikametine doğru kaçmaya başlamıştır. 31 Ağustos 1922 günü artık Yunan Ordusuna mensup General- Subay ve Erler esir alınmış ya da teslim olmaya başlamışlardır. Esir düşen bir Yunan Binbaşısı, Atatürk’ün Huzuruna getirilir. Bilindiği gibi ATATÜRK Fransızca diline pekiyi derecede vakıftır. Fransızca bilen Yunanlı Binbaşıya, merak etmemesini ve esirlere Viyana Sözleşmesi kuralları gereği iyi davranılacağını söyleyince, o tarihte henüz 41 yaşında olan Atatürk’e ” Ben kiminle görüşüyorum diye sorar” Atatürk ise ” Ben Türk Orduları Başkomutanı Mustafa Kemal Paşayım diye cevap verir. Binbaşı aynen şu cevabı vermiştir. Ben bu savaşı neden kaybettiğimizi şimdi daha iyi anlıyorum der. Yunan Orduları Baş Komutanı Hacı Anesti bu savaşı İzmir’den Gemiden yönetmiştir.

2 Eylül 1922 Günü Uşak’ta Yunan Orduları Başkumandan vekili olan General TRİKOPİS esir alınmış ve Hacı Anesti’nin yerine Başkomutanlığına getirildiğini ancak Atatürk’ün huzuruna getirildiğinde ATATÜRK’ ten öğrenmiştir.

Yunan Ordusunun bu savaşın başında Başkomutanı General PAPULYAS’ tır.  Sakarya Meydan savaşından sonra ise Aralık 1921 yılında görevden alınarak yerine General Hacı Anesti getirilmiştir.

General TRİKOPİS 1868 doğumlu olup. 1952 yılında 84 yaşındayken Gazeteci Hıfzı Topuz’a verdiği röportajda. Atatürk’le olan karşılaşmasını anlatmıştır. 2 Eylül 1922 günü Uşak’ta esir alındığında, kendisini İsmet Paşanın alıp Atatürk’ün huzuruna getirdiğini ve Atatürk’ün kendisine

” Yorgunsunuz istirahatiniz sağlanacaktır, üzülmeyiniz siz görevinizi yaptınız, NAPOLYON da Savaş kaybetmiş ve esir düşmüştür, burada misafirimizsiniz” dediğini anlatmıştır.

Ayrıca Mustafa Kemal Paşa kendisine sağ olduğuna dair bir yazıyı kaleme almasını ve bunu da telgrafla eşine bildireceğini iletmiştir.  Şimdi uzun bir yaşam süren General Tripolis’in neden her 10 Kasım’da Atatürk’ün ölüm yıldönümünde Atina’daki Büyükelçiliğimize gidip taziyede bulunduğunu anlamak daha kolaydır. Burada ilginç bir bilgiyi de vermeliyim. Türk Ordusu var olma ya da yok olma savaşı verirken, Mustafa Kemal ve Ordularını yok etmeye çalışan Trikopis’in eşi ve kızı İstanbul Büyükada’da ki köşklerinde, padişahın himayesinde yaşamaktadırlar. Bu mudur sözde Kurtuluş Mücadelesini desteklediği ve bazı sözde kaynaklarca Direnişi Örgütlemesi için Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdiği söylenen Padişah.

Mağlup komutan Trikopis’in Atatürk’ten sevgiyle ve büyük bir saygıyla bahsetmesi ilginçtir. Ona yenilen düşman ordusu komutanının bile saygı duyması, bugün Atatürk’e hakaret yağdıran içimizdeki ahlaksızlara bir ibret dersi olmalıdır. Trikopis, Hıfzı Topuz’a şöyle diyor:

“Bizim, Anadolu’da işimiz neydi? Biz yabancı devletlere alet olduk. Sizden de, bizden de bunca insan öldü. Bu kadar şehit verdik. Sonunda ne oldu. İşte, bugün kardeşiz. Hata idi Anadolu hareketi… Hem de muazzam bir hata!”

Savaştan 30 yıl sonra, Trikopis’in Atatürk hayranlığını dile getirmesi ve “Yabancı devletlere alet olduk. Ne diye bizi Anadolu’ya gönderdiler?” diye yakınması tarih kitaplarında yer alacak kadar önemlidir.

Vefat ettiği yıla kadar her 29 Ekim’de  Atina’daki Türkiye Büyükelçiliği’ne gidip, Atatürk’ün büyük boy fotoğrafı önünde saygı duruşunda bulunan 1868 doğumlu General Trikopis 1959 yılında 91 yaşında ölmüştür.

Dış ilişkiler ve ittifaklar bağlamında İngiltere açısından Yunanistan’ın desteklenmesi bazı açılardan zorunluydu. Yunanistan Doğu Akdeniz’de İngiliz çıkarlarını koruyabilir, Hindistan’la İngiliz imparatorluğu ulaşım yolları veya boğazlar tehlikeye girdiğinde İngiltere’nin desteğine her zaman güvenebileceği bir güç olabilirdi.

Büyük Savaş’ta yorgun düşen İngiliz ordusu Anadolu’daki yeni bir savaşı göze alamazdı. İngiliz devlet adamları Anadolu’nun işgali için I. Dünya Savaşı’nda yıpranmamış Yunan ordusunu bu nedenle kullanmaya karar vermişlerdir.

Tarihin kaydettiği en büyük Türk Düşmanlarından biri Dönemin İngiliz Başbakanı David Lloyd George dir. Sebebi de ezeli düşmanlığın yanısıra Çanakkale’de aldıkları mağlubiyettir.

İngilizler, tarihin her döneminde olduğu gibi bir kere daha Türklerin katledilip soyunun kurutması için Yunanlıları Anadolu’ya çıkartmış ve her türlü desteği de vermiştir. Ne de olsa ABD’nin demografik yapısındaki ekseriyeti de onlar oluşturmaktadır.

 

Saygılarımla

Mehmet ASAL

https://tr.wikipedia.org/wiki/Yunanlar

adlandırma

Bu etnik grubu adlandırmak için kullanılan bir diğer kelime de ‘”Yunanlı”‘ dır. TDK, bu adlandırmayı halk ağzı olarak nitelendirerek doğrusu olarak Yunan ı işaret eder.[48] Fakat bazı akademik çerçevelerde doğru kullanımın Yunanlı olduğu savunulur.

Bu argümanın yani Yunanlı kullanımının en büyük dayanağı, Yunan adının başlı başına zaten İbranice, Arapça ve Farsça gibi dillerde Yunanistan, yani ülke anlamında kullanılmasıdır.[49]

 ÖZEL NOT: Bu çalışma esnasında Yunanistan halkı ve askeri için YUNANLI veya YUNANLILAR tabirini kullandım. Neden YUNAN veya YUNANLAR değil? diyenleriniz olabilir. Aslında ben de bir ikileme düşüp araştırdım.

Gördüm ki YUNAN kelimesi İbranice, Arapça ve Farsça dillerinde bir millet değil, Yunanistan yani Ülke anlamında kullanılıyor. Yunan Türk’ün karşıtı değil. Yunan bir Milleti değil Devleti, ülkeyi belirtiyor. Bu durumda da Türk’ün karşıtı Yunanlı oluyor. Hollandalı, Belçikalı vb. gibi. Zaten Akademik dünya da YUNANLI veya YUNANLILAR (çoğulu) şeklinde kullanıyor.

 

 

Yanlış yazımlar

Türkçe yazılmış tarih kitaplarında bile rastlıyorum. “Yunan” sözcüğü yerine “Yunanlılar” sözcüğünü kullanıyorlar. Bu tıpkı “Türklüler” der gibi bir şey.

Doğrusu Yunan sözcüğüdür.

Bir diğer yanlış “ya da” yerine “yada” yazılıyor. Yada diye bir şey yok.

Bir başka yanlış da “de, da” için yapılıyor.

Kitap şu an benDE ile

Kitabı şu an ben DE okuyorum.

Ikisi farklı.

Ilk söz söyle de söylenebilir:

Kitap benDE, okuyorum.

Bu kadar sorunlar arasında bu da neyin nesi demeyin, lütfen. Türkçemizi doğru kullanmak hepimizin en önemli görevlerinden biri.

Türkçesini beğenmediklerimiz, bu yanlışları başka yerden değil, bizlerden öğreniyor.

 

 

MEHMET ASAL

KÖŞE YAZARLARI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
STM’DEN DUVAR ARKASI RADAR
GÜNLÜK HABER AKIŞI
ÇiN UZAY HACMİNİ ARTIRIYOR
GÜNLÜK HABER AKIŞI
DAĞIN KRALI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
TOPRAK ZAFERE SÜRÜYOR
GÜNLÜK HABER AKIŞI
CAM ŞİŞE ATMA ORMANI YAKMA
GÜNLÜK HABER AKIŞI
SHENZHOU 15 YERYÜZÜNE DÖNDÜ
GÜNLÜK HABER AKIŞI
İSTANBUL PLAJLARI YAZA HAZIR
GÜNLÜK HABER AKIŞI
HAYDİ GÖLDE BALIK TUTALIM…
GÜNLÜK HABER AKIŞI
RENK KODLU MARS HARİTASI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
Bugün Dünya Yunus Günü!
GÜNLÜK HABER AKIŞI
YUNANİSTAN’DA TREN KAZASI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
RÖMORKÖR ALABORA OLDU
GÜNLÜK HABER AKIŞI
TÜRK GEMİSİ KARAYA OTURDU
GÜNLÜK HABER AKIŞI
EYT 1 YIL ERTELENEBİLİR
GÜNLÜK HABER AKIŞI
ENGELLİLERİN ACI FERYATLARI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
YİNE SINIFTA KALDIK
GÜNLÜK HABER AKIŞI
SULAK ALANLARI ONARMA ZAMANI
GÜNLÜK HABER AKIŞI
Anneler Günü Kutlu Olsun

Copyright © 2024 Deniz Kartalı. Tüm Hakları Saklıdır.   |   Gizlilik Politikası