Mümtaz Hocamız ile 2000 yılında Bodrum’da düzenlenen bir tekne-yat fuarında karşılaşmıştık. Kendimizi tanıttık, bizlerin Uzakyol Kaptanı olduğumuzu öğrenince gözleri parladı. Birkaç cümle sonrası neyle uğraştığımızı sordu, biz de o zamanlar tayfa sınıfı gemi adamlarının eğitimi ile uğraşıyorduk. Bizi sabırla dinledikten sonra “aman çocuklar, zabitan sınıfı eğitimlere girmeyin, onlar üniversiteler tarafından verilmesi gerekir” diye bir öğüdü oldu. Biz de kendisiyle aynı fikirde olduğumuzu söyledik. Bu husus o zamanlar bir hayli gündemde idi. Sonradan bu husus biraz başarıldı, biraz da başarılamadı ve bugünkü durum ortaya çıktı.
Mümtaz Hocamızın gemilerdeki bayramlaşmalar ile ilgili güzel bir yazısı vardı gazeteden kestiğim. Geçen gün arşivimi gözden geçirirken rastladım (15 Kasım 2004- Cumhuriyet Gazetesi) ve aşağıda size sunuyorum. Bu vesile Mümtaz Hocamızı rahmetle anar, Bayramı gemilerde geçiren sivil olsun asker olsun tüm denizcilerin ve sevgili okuyucuların Kurban Bayramını en içten dileklerimle kutlarım. Allah selamet versin.
Bayramda Gemiler
“Şehir Hatları vapurlarının alay sancaklarıyla süslenişi elbet yolcuların bayram sevincine katılmak içindir. Yoksa o gemilerdeki mürettebat İstanbul’da ya da İzmir’de oturduğuna göre, bayram kutlamalarının kaptanlar ve tayfalar için fazla duygu yüklü olduğunu söyleyemezsiniz. Dokunaklı olan, uzak denizlerde seyreden gemilerdeki bayram sabahlarıdır herhalde.
Denizi ve denizciliği seven insan, nerede olursa olsun, “bayram” denince acaba niçin o sabahları düşünmeden edemez? Yıllar öncesinde Zonguldak’tan İstanbul’a kömür taşıyan şileplerde birkaç kez böyle bir sabah yaşamış olmak, her bayram çok uzaklardaki gemilerin bayramlarını düşünmek için yeterli neden midir? Emekli subayın sınır boylarında ve dağ başlarında yaşanmış bayram sabahlarını anımsayışı doğaldır da, durup dururken sadece hayal edilmiş seferlerin bayramlarını düşünmek biraz tuhaf değil mi?
Gidilmemiş denizlerde dalgalarla boğuşan gemilerdeki bayram sabahlarını dert edinmenin, eksik bırakılmış romantik duyguları tamamlayıcı bir yanı olsa gerek. Belki de çocukluktan kalma bir özlemdir, kim bilir.
Eski günlerin kısa seferlerindeki bayram sabahlarında neredeyse klasikleşmiş bir hava olurdu. Süvari, liman ya da Boğaz girişi olmasa da, köprüüstündedir. Gemide giyilebilecek en temiz giysileriyle kaptanlar, çarkçıbaşı önde olmak üzere öbür çarkçılar, telsizci, aşçı, kamarot ve sonra lostromonun ardında güverteciler, vinççiler, makine yağcıları, siliciler, hepsi kendiliğinden oluşan bir sırayı gözeterek “beybaba”nın elini öpmeye ve kâseden şeker alıp birbirleriyle bayramlaşmaya gelmişlerdir. Sonra vardiya zabiti ve serdümen dışında herkes, geldiği yere, görevi başına dönecektir.
Böyle günlerde öğle yemeği olarak etli kuru fasülyeyle pilav ve tatlı çıkar.
Atlantik’te ya da Hint Okyanusu’nda seyreden bir gemideki bayram sabahının, görünüş olarak bundan pek farklı olacağı söylenemez. Olsa olsa, upuzun tanker ya da dökmecinin dalga sırtında çatlar gibi olduğu çok sert ve sorunlu havalarda bayramlaşma daha elverişli bir saate ertelenmiştir. Belki, vakitler de iyice şaşmış, memleketin sabahı ile uzak yerlerin akşamı birbirine karışmıştır. Belki, şeker ve lokum kâsesi yerine süvarinin son limandan aldığı bir çikolata kutusu vardır ortada. Belki de, süvariye artık “beybaba” denmiyordur.
Ama ne değişmiş olursa olsun, değişmeyen bir şey olmalıdır; Uzak denizlerin melankolisi. Memleket havasının artık telsiz telefonla, uydulu televizyonla dünyanın öbür ucundaki gemilere kadar yansıtılmakta oluşu bu hüznü ortadan kaldırmaya yetmiyor olabilir.
Galiba, teknolojine yaparsa yapsın, efsaneler, masallar, kitaplar öyle bir “uzak denizler” edebiyatı oluşturmuş ki, onun yarattığı klişe duygular, yunuslar gibi, gemilerin ve gemicilerin yanından ayrılamıyor bir türlü.
Ya da gemileri sevenlerin.”